Çiçek, çağlar boyunca dünyanın her yerinde duyguların anlatılmasında en güzel sembol olmuş, yaşamın zorluklarını, streslerini törpüleyen, sinirsel gerilimleri azaltan bir araç olarak günlük yaşamımızda yer almıştır. Ancak teknolojik gelişmelerin ağır bir sonucu olarak, geçmişin bahçeli evleri, yerini dört duvar arası betonlaşmaya, dengesiz yapılaşmaya bırakmıştır.

Tarihin birçok dönemlerinde gelmiş geçmiş uygarlık kalıntılarına, anıtlara, yazıtlara ve benzeri yapıtlara bakacak olursak, hemen tümünde yazıdan önce resim ve çiçek motiflerinin yer aldığına tanık oluyoruz. Demek oluyor ki bütün milletlerin uygarlıklarında çiçek ve çiçekli süslemeler başlıbaşına bir değer olmuşlardır.

Eski Çin, Hint uygarlıklarından başlayarak, Eti, Sümer, Mısır, Yunan ile Roma uygarlıklarından bugüne kadar varabilen ve birbirlerinden ayırımlı olan bütün tarih kalıntılarında ortak güzelliğin ve inceliğin simgeleştiği tek nesne her zaman çiçek olmuştur.

Hiç kuşkusuz geçmişte hemen her uygarlığın ortak sevgi ve ilgisini kazanmış çiçeğin Türk Uygarlık tarihindeki yeri hiçbir uygarlık tarihiyle kıyaslananamayacak nitelikte ve görkemli bir yere sahiptir.

Anadolu uygarlığının içinde gelişmiş Selçuklulardan Osmanlılara ve onlardan zamanımıza kadar gelmiş çini, tahta işleme ve mermerlerin süslenmelerindeki lâle ve karanfillerin tılsımlı güzelliklerine ve bunları neredeyse bir renk senfonisine dönüştüren inceliklerine hayran olmamak mümkün değildir.

Lâle Devri’nin inanılmaz görkemli çiçek sevgisi, yine Türk uygarlık tarihinde bambaşka bir dönem olarak yerini almıştır. Bu dönemde lâle, hiçbir çiçekte olmadığı kadar insanları etkisi altına almış, neredeyse kendisinden de renkli bir öykünün başkahramanı olmuştu. Asıl yurdu Orta Asya olan lâlelerin güzelliğini Romalı ve Bizanslılar fark edememiş, ancak bu çiçeğin şaşkınlık veren serüveni Osmanlılarla başlamış, “tulipmania” diye adlandırılan Lâle hastalığı 16. yüzyılda İstanbul’da yayılıp oradan da Avrupa’ya kadar sıçramıştır. Bu hastalık öyle boyutlara ulaşmıştır ki, vezirler, sadrazamlar lâlelerle ilmi olarak ilgileniyor, nadide bir lâle soğanına servet ödendiğini bilenler ise, yeni bir çeşit bulmanın hayaliyle bahçelerinde gizli gizli deneyler yapma gayreti içerisinde olmuşlardır.

Ardı ardına yeni lâle çeşitleri çıkmış, bunlara da görüntülerinin güzelliğine yakışır, pırıltılı adlar takılmış, kimileri lâleye “gönül yakan” adını vermeyi uygun görmüş, kimisi şans getireceğine inanarak “talih yıldızı” demiş, bazıları da hissettiklerine tercüman olması için, “sevinç ışığı” adını vermişler çiçeklerine…

Bu devirde lâle üzerine kitaplar yazılmış ve bunlardan Tabip Mehmet Aşki’nin “Lale İsimleri” adlı kitabı 18. yüzyılda yayınlanmış en değerli bir belge niteliğindedir. Bu yapıtta lâle adları alfabetik sıra ile yazılmış ve her çiçeğin yanında onu elde edenin de adı yazılmıştır. Bir el yazması olan bu kitapta, sonradan eklenenlerle birlikte 1350 lâle adı verilmektedir. Yalnızca Tabale Ata adındaki bir meraklı 401 tür lâle elde etmiştir (Öğe, 1997).

Bu dönemde sırf lâle tür ve çeşitleri ile uğraşması, yeni çeşitlerin elde edilmesini sağlaması ve mevcut olanların adlandırılması için, Encümen-i Daniş adında bir araştırma meclisi kurulmuş, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’nın çuhadarı Taşovalı Mustafa Ağa’nın elde ettiği “Mahbubu Zaman” adındaki Lâlenin bir tek soğanı tam 1000 altına satılmış. Lâle-i Duhteri adını verdikleri İran’dan getirilmiş lâle çeşitlerinin bir tek soğanı, 1000 altın değerinde olup, bu tutku sadece Osmanlı’da değil Avrupa’yı da sarmış o dönemde (Öge, 1997, Polat, 2001).

Lâlenin Avrupa’ya ilk girişi Viyana’dan olmuş, oradan Hollanda’ya, ardından da Kanada’nın başkenti Ottowa’ya kadar ulaşmıştır. Hollanda’da seçkin bir lâle, Amsterdam’da lüks bir ev satın alabilecek paralarla el değiştirmiş, lâleler yüzyıllar boyu insanlar tarafından büyük ilgi görüp, statü sembolü olmuş adeta. Hatta kişilerin değeri ve toplumdaki yeri bahçelerinde bulunan lâlelerin türüne ve miktarına göre belirlenir olmuş. Bu tutku çok geçmeden Fransa’ya da bulaşmış. Tüccarlar arasında ticarete dönüşen lâle, 1634-1637 yılları arasında adına “Lale çılgınlığı” veya “Lalemania” denilen ticareti de kapsayan döneminde de en üst noktasına ulaşmış. Lâle Borsası 1637’de çöktüğünde bir gecede eski zenginlerden yeni fakirler oluşmuştur (Uslubaş, 2003).

Geçmişin bambaşka bir biçimde sevgisine sahip olmuş çiçek kavramı 20. yüzyılda büyük aşamalarla gelişmiş bilim ve deneyimlerin özellikle genetik bilgisinin sağladığı büyük imkanlarla ve buna ilişkin teknolojik uygulamalar neredeyse tarımsal bir endüstri durumuna gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce başlayıp, şimdi de süren bu çalışmalar sonucu, özellikle İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda, çiçek tüm dünya toplumunda özel bir yere sahip olmuştur. Hayat düzeylerinin yükselişi ile ailelerin kendi yuvalarını süslemede, uygar yaşantının gerektirdiği bir çok mutlu günlerimizin sevincinin paylaşılmasında, ya da üzüntülü günlerimizin acısını kısmen de olsa giderecek birçok toplum olaylarında çiçeğe olan ihtiyaç giderek artmaya başlamıştır.

Konuya bu yönüyle bakıldığında, insanlar doğaya olan özlemlerini, saksılardaki ya da vazolardaki çiçeklerle gidermeye çalışmışlardır. Bu ise, tarımda yeni bir alanın, çiçekçilik sektörünün ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur.