Bir film izlemiştim. Şu an adını hatırlamıyorum ama zamanında oradaki repliği not etmiştim. Bir öğretmen, öğrencilerine önce Sinderella hikayesini anlatıyor ve aşkı şu şekilde tanımlıyor;

Öğretmen: Sinderella kaleyi sürekli temizleyip prensi çıldırtır. Sonrasını söylemezler çünkü sonrası yok. Romantik aşkın sonu şu… Mike?

Mike: Seks?

Öğretmen: Kafanda seks var.

Başka öğrenci: Evlilik mi?

Öğretmen: Hep öyle değil. 12. yüzyılda dostça sevgi vardı, seksle ilgisi yok. Şövalye ile evli bir kadının ilişkisi… Onlar aşkı asla tüketmezlerdi. Birbirlerinin önünde tuvalete gidebilme aşkı değildi, daha kutsal şeyler arıyorlardı. Seksi dışarı attılar ve ruh birliği aradılar. Bunu düşünün. Seks daima öldürücü zehiri aşkın. Günümüz edebiyatına bak. Tüm tüketim deliliğe, ölüm korkusuna yol açıyor. Uzmanlar ve Esther Halamın ortak görüşü: Gerçek aşk ruhsaldır ve romantik aşk yalandır. Bir söylence. Gibi yapmak yani. Gibi yapmak şöyle ki… Sinemaya gidip aşıkları öpüşürken görmek gibi… Müzik de vardır, biz de yutarız, değil mi? Yani çıktığım kişi öpünce müzik duymazsam bırakırım. Sorun şu, neden yutuyoruz? Çünkü söylence ve aldatma, herkes aşk ister. Bu tecrübe bizi canlı kılar. Gündelik gerçek kalkar, ve cennete uçarız. Bir an ya da bir saat sürer, ama değeri azalmaz. Hayatın sonuna dek kalan anılar kalır geriye. Aşık olunca beynimizde, Puccini duyarız. Severim. Onun müziği tutku ve aşk ihtiyacımızı gösterir. La Bohem’i dinleriz ya da Rüzgarlı Bayır’ı okuruz ya da Kazablanka’yı izleriz içimiz sevgiyle dolar.

Son soru şu: Neden aşık olmak isteriz ? Çok kısa sürüyorsa ve de acı doluysa?

Çünkü sanırım, bazılarınız bilir… Aşk sürerken, iyi hissedersiniz.

Evet, tam olarark bu. Aşk sürerken iyi hissederiz.