Bu makale, 11 Eylül’le ilgili bütün hadiselerin, Amerikan hükümeti ve aracıları tarafından planlandığını ve uygulamaya konulduğunu gösteren delillerin bir özetini sunar.

Başlarken, olayın Hükümet versiyonun temelinde doğru olduğunu, yani 19 Arap’ın dört uçak kaçırdığını ve bunlardan üçünün binalara hedeflediğini, diğerinin de boş bir alana çarptığını farz edelim. Birazdan göstereceğim gibi, olan bitenin hepsi bundan ibaret değil, eğer öyle olsa bile, Hükümetin bununla ilgili önceden bilgi sahibi olduğunu ve hadiselerin gerçekleşmesine kasıtlı bir biçimde müsaade ettiğini gösteren sağlam kanıtlar var. Bu kanıtları anlamak için, bir kimsenin olayın Hükümet versiyonunun ne olduğunu bilmesi gerekir.

American Airlines’a ait, 11 uçuş numaralı, kuyruk numarası N334AA olan bir Boeing 767 uçağı kaçıranlarla birlikte toplam 92 kişiyle, Boston’dan kalkıp Los Angeles güzergahında seyretmekteyken, 5 Arap tarafından kaçırıldı. Uçağın öğleden önce saat 8.25 ya da daha öncesinde kaçırıldığı ve saat 8.46’da Dünya Ticaret Merkezi’nin kuzey kulesine dalış yaptığı biliniyor.

United Airlines’a ait, 175 uçuş numaralı, kuyruk numarası N612UA olan bir Boeing 767, uçağı kaçıranlarla birlikte 65 yolcusuyla, American Airlines’a ait 11 uçuş numaralı uçakla aynı rotada devam ederken, 5 Arap tarafından kaçırıldı. Uçağın öğleden önce 8.55 dolaylarında kaçırıldığı ve 9.03’de Dünya Ticaret Merkezi’nin Güney Kulesi’ne vurduğu biliniyor.

Kuleler daha sonra yangından ve/ya da çarpma anındaki hasardan dolayı çöktü.

American Airlines’a ait 77 uçuş numaralı, N644AA kuyruk numaralı bir Boeing 757, uçağı kaçıranlarla birlikte içinde bulunan 64 yolcusuyla Dulles Havalimanı’ndan kalkıp Los Angeles rotasında seyrederken, 5 Arap tarafından kaçırıldı. 8.55 dolaylarında kaçırıldığı ve 9.45’te Pentagon’u vurduğu biliniyor.

United Airlines’a ait 93 uçuş numaralı, N591UA kuyruk numaralı bir Boeing 757, uçağı kaçıranlarla birlikte içinde bulunan 45 yolcusuyla Newark’dan (New Jersey) kalkış yapıp, San Fransisco rotasında ilerlerken, 4 Arap tarafından kaçırıldı. 9.45 sularında kaçırıldığı ve 10.10’da Pennyslvania’da boş bir arazide parçalandığı biliniyor.

Bu zaman aralıklarında yetkilileri suçlanmaya değer kılan anormallik, Amerikan hava gücünün tek bir avcı jeti (İngilizce adıyla “fighter jet”) bile kaçırılan uçakların engellenmesi için seferber etmemesidir.

Havacılık yönetmeliklerine ve tarihsel örneklere dair yapılacak küçük bir araştırma, o uçakların her birinin çarpmayı hedeflediklere yerlere yakınlaşmadan önce avcı jetler tarafından engellenmesi gerektiğini gösterir. Tek bir avcı jetin bile seferber edilmemiş olması, yalnızca rutin hava savunma prosedürlerinin sistematik olarak ülke çapında durdurulmuş olmasıyla açıklanabilir. Federal Havacılık İdaresi (FAA) yönetmelikleri, herhangi bir uçağın gitmesi gereken güzergahından sapması ve Hava Trafik Kontrolü (ATC) komutlarına ya da kendisiyle kurulmaya çalışılan iletişim çabalarına cevap vermemesi durumunda, otomatik olarak acil durum çağrısı yapılacağını belirtir. Bunun nedeni, hiçbir art niyetten şüphelenilmese bile, bu uçağın diğer uçaklar için tehlike oluşturmasıdır. Eğer Hava Trafik Kontrolü acil bir durumun varlığından şüphe duyarsa, bu tüm birimlerce ortak olarak ele alınır.

Hava Trafik Kontrolü bir acil durum tespit ederse, uçağın engellenmesi, problemin ne olduğunun öğrenilmesi, ve uçağın tekrar doğru güzergahına yönlendirilmesinin sağlanması gibi bir dizi açıkça belirtilmiş prosedür üzerinden NORAD’a (Kuzey Amerika Hava Savunma Komutanlığı) bir avcı jetler eskortu gönderilmesi talebinde bulunur. Eğer uçağın pilotunun birlikte hareket etmekten kaçındığına inanılırsa, düzenlemeler, avcı jetlere uyarı amaçlı havada duman bırakan mermilerle ateş açma, uçağın yanı başına kadar sokulma, uçağı istenen uçuş yoluna zorlama- hatta çok uç durumlarda uçağı vurarak düşürme gibi bir dizi daha agresif karşılıklar verme hakkını tanır. Avcı jetler, ya en yakın hava üslerinden gönderilir ya da ikinci şık olarak deneme uçuşu yapan pilotlar uçağın engellenmesi için yönlendirilir. Avcı jetleri göndermek sadece bir iki dakika alır ve bu süreç o kadar rutin bir haldedir ki, 11 Eylül’e kadar ki bir yıl içerisinde Amerikan semalarında haftada ortalama 1.6 oranında böyle olaylar olmuştur. Kaçırılan uçakların uçuş güzergahlarına ilişkin hava sahalarının yeri hakkında yapılan bir araştırma, kaçırılan uçağın bir yere vurmadan engellenmesi gerektiğini göstermiştir. Ama Pentagon vurulduktan sonra bile hiçbir avcı jeti gökyüzüne gönderilmemiştir.

Bununla ilgili en görülmeye değer örnek Pentagon’a uçak çarpması olayıdır. Saat 9.03’e kadar iki uçak zaten Dünya Ticaret Merkezini vurmuştu ve Pentagon’u vuracak uçağın 42 dakika daha uçmasına izin verildi, tabiî ki de Washington’a doğru, ve de dünyanın en güçlü hava gücünün umurunda olmadan. Pentagon’dan sadece 10 dakika uzaklıkta Andrews Havaüssü vardır. Dev bir donanıma sahip bu üs, Washington ve civarının hava savunmasından sorumludur ve kendi içerisinde sadece bu güvenlik işlevini yerine getirmesi için sürekli olarak teyakkuz halinde bulunan iki hava filosu bulundurur çünkü Beyaz Saray’ın, Eyalet Meclisi’nin, Capitol’un, ve de başkentin bulunduğu şehrin tehlike altında bulunma ihtimali vardır. Bu durum hiçbir zaman öngörülmemiş bir olasılık olmamıştır. Simülasyon yoluyla Pentagon geçmiş iki yılda, iki defa spesifik olarak bir uçak çarpması hadisesinin alıştırmalarını yapmış ve onlarca yıldır kaçırılan bir uçağın Beyaz Saray’a olası bir intihar dalışı yapma problemiyle boğuşmaktadır.

11 Eylül günü, yetkililer yaklaşık olarak bir saat kadar öncesinden Pentagon saldırısının uyarısını almışlardı ve art niyet taşımadığı bilinen basit bir uçağın kazara rotasından sapması durumunda bile otomatik olarak uygulamaya konan standart süreçleri ihlal ederek tüm hava gücünü üstte beklettiler.

NORAD, ilk başta hiçbir avcı jetini yollamadığını kabul ettikten sonra, -çünkü meğer böyle bir şeyin olabileceğini hayal edememişler- hikayeyi bir hafta sonra aniden değiştirerek, 130 mil ötedeki Langley havaüssünden avcıları yolladığını ama avcıların olay yerine zamanında varamadığını öne sürdü. Eğer avcılar gerçektende Langley’den gönderilmişse, o halde nasıl oluyor da avcıların yollanması emrini veren NORAD, bundan bir hafta sonrasına kadar kendi verdiği emirden bihaber oluyor? NORAD tarafından verilen zamanlara göre, Langley avcılarının olay yerine zamanında varamaması için saatte 260 milin altında uçmuş olması gerekiyordu- kaldı ki avcıların yapabilecekleri maksimum hız saatte yaklaşık 1200 mil’dir. Andrews Havaüssü’nün sadece 10 mil ötede iki hava filosu varken- ve de özellikle yalnızca Washington ve civarının güvenliği için konumlandırılmışken- neden Langley Havaüssünden avcılar gönderilsin ki?

Daha acayip olanı, CBS haberlerinin, 14 Eylül günü Langley Havaüssü ile ilgili iddiayı, haberi, herhangi bir kaynağa dayandırmadan yayınlayan ilk kurum olmasıdır. 16 Eylül’de Başkan Yardımcısı Dick Cheney, hala Pentagon saldırısı öncesinde avcı jetlerinin bulunmadığı iddiasını savunuyordu ve NORAD, CBS’in haberinden haberdar değildi ve 18 Eylül’e kadarda haberdar olamayacaktı.

Bunun üzerine, o gün Andrews Havaüssü’nde hiçbir avcının bulunmadığını söylemeye çalıştılar ama o gün yerlerinde bulunmayan avcıların nasıl olupta Pentagon vurulduktan birkaç dakika sonra semadaki yerlerini almak üzere Andrews Havaüssü’nde hazır bulunduklarını açıklayamadılar ve de hala Başkent’e doğru yol aldığı bilinen devasa UA 93 uçağını engellemek için rahatlarını bozmadılar.

Hava gücü olup bitenler karşısında seyirci kalıyorken, iki resmi görevli ulusun savunmasından direkt olarak sorumludur- Genel Kurmay Başkanı Richard Myers ve Başkan/Başkomutan George W. Bush. Amerika Başkanı George W. Bush meydana gelen dehşet karşısında, çıldırtan bir lakaytlık olarak tanımlanabilecek bir tutum sergilerken, Myers, bir uçağın Dünya Ticaret Merkezine vurduğunu duyduğunda, Senatör Max Cleland’la rutin bir toplantıyı başlatmak üzereydi. Myers sanki hiçbir şey olmamış gibi toplantıya devam etti. 18 dakika sonra ikinci uçak da vurduğunda, NORAD, en azından bir uçağın daha kaçırıldığını biliyordu, buna rağmen Myers ve Cleland toplantıya devam ettiler. Akabinde bu uçak Pentagon’u vurdu. Ama hala ısrarla toplantıya devam ettiler.

Bu arada, Bush, Florida’daydı ve görüntüleri televizyonda yayınlanacak bir ilkokul ziyaretine çıkmak üzereydi. Bush, burada ikinci sınıf öğrencilerinin yaptığı okumaları dinleyecek, akabinde de okuma programıyla ilgili olarak bir konuşma yapacaktı. Daha okula ulaşmadan bile, Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan ilk saldırıdan haberdardı ama programına devam etti.

Bush, daha okula varmadan, NORAD, kendi belirttiği zaman dilimlerine bakılacak olursa, kaçırılan iki uçaktan daha haberdardı, bu, Bush’un da bundan haberdar olduğu anlamına geliyordu ama yinede o okula doğru devam etti. Okulun uluslararası bir havaalanından sadece 5 mil ötede olduğu ve Bush’un programının kamuoyu tarafından önceden biliniyor olduğu gerçeğini göz önünde bulundurursak, ki bu okulun da bir hedef olabileceği anlamına gelir, buna rağmen Bush okula vardığında, saldırılar hakkında hiçbir şey bilmiyormuş gibi davrandı. Bush sınıfa girmeden, NORAD büyük bir terörist saldırının yolda olduğunu açıkça biliyordu.

Saat 9.05 dolaylarında, Bush, küçük bir kızın, küçük keçisi hakkında yazdığı hikayeyi dinliyordu. Bu esnada, Beyaz Saray Genel Sekreteri Andrew Card sınıfa girdi ve ikinci bir uçağın Dünya Ticaret Merkezine vurduğunu ve “Amerika’nın saldırı altında olduğunu” Bush’un kulağına fısıldadı.

Bush, belli belirsiz bir şekilde kafasını salladı ve bundan sonra sınıfın yaptığı okumalara gülerek, espri yaparak, çocukların okuma yeterlikleri hakkında cesaretlendirici sözler söyleyerek bir 25 dakika daha devam etti. Bush, bir muhabirin kendisine New York’da olup bitenlerle ilgilenmesi gerektiğini söylemesi üzerine, muhabiri sert bir biçimde azarladı ve şimdi bunu konuşmanın sırası olmadığını söyledi. Bu arada, Bush, sınıfta başka hiç kimsenin bilmediği bir şeyi biliyordu- gökyüzünde serbest bir şekilde uçan bir uçağın daha olduğunu.

Saat 9.30’da, AA 77 uçağı Washington’a doğru rahatsız edilmeden son derece rahat bir şekilde uçarken, Bush, (o günkü programında olduğu üzere) okuma yapan sınıftan ayrılıp, ulusa son derece gereksiz bir konuşma yaparak daha fazla zaman kaybetti.

Bush konuşmasında, sorumluların izini bulup onları cezalandırmaya söz veriyorken, dinleyicilerinin hala farkında olmadığı ama kendisinin bildiği, havada serbest bir şekilde dolaşan uçakla ilgili bir şeyler yapmak için alakadar görünmüyordu. Tam Pentagon vurulduğu zaman, Bush okuldan ayrılıyordu.

Daha sonra, devam etmekte olan krizin farkında olupta buna rağmen okula gitmekte ısrar etmesini örtbas etmek için, Bush, ilk uçağın Dünya Ticaret Merkezi’ne çarptığı zaman okulda olduğu yalanını uydurup, sabahki durumuyla ilgili yalan bilgiler verdi. Bu yalan, egemen medyanın popüler mitolojisinde yerini almıştı bile. O sabahki hareketlerinin üstünü kapatmak için yalan bir hikaye bulmaya çalışırken, Bush, ilk çarpmayı okuldayken TV’den canlı olarak seyrettiğini ve bunun bir kaza olduğunu düşündüğünü dikkatsizce söyleyiverdi. Bu da bir yalandı çünkü ilk uçak çarpması hiçbir zaman canlı olarak televizyondan verilmemişti.

Hükümetin saldırılar karşısında şok olduklarını belirtmelerine rağmen, nasıl olduysa birkaç saat içinde perdenin arkasındaki ismi –Usame Bin Ladin- sorumlu tutmakta hiç zorluk çekmediler ve derhal Afganistan’ı işgal etmekle tehdit ettiler. Değinmeyi ihmal ettikleri bir bir şey vardı ki, oda, Afganistan’ın işgal kararının 2001 Temmuz’una kadar zaten alınmış olduğuydu ve savaş planlarının detayları, 9 Eylül 2001 günü Bush’un masasına gelmişti.

Saldırılardan hemen sonra, başını CNN’in çektiği egemen medya, saldırıları sanki Bin Ladin üstlenmiş gibi birkaç saat sonra Ladin’i hedef tahtası konumuna getiriyor ve bununla da yetinmeyerek, bir Arap ülkesinde çekilmiş eğlence görüntülerini (bu bir halk şenliği ya da düğün olabilir) sanki halkın 11 Eylül terörist saldırılarına seviniyorlarmış gibi göstermeye çalışmışlardır.
Yaygın bir şekilde inanılan masala göre, Bin Ladin saldırıların sorumluluğunu üstlenmişti ama bu kesinlikle doğru değildir. Ladin saldırılarla ilgisi bulunduğu iddiasını kesin bir dille reddetmiş ve bazı kaynaklara göre, saldırıları, İslam dışı olarak niteleyip kınamıştır. Ladin’in saldırıların sorumluluğunu kabul ettiği mitosu tamamıyla Pentagon’un ortaya çıkardığı bir video kasetine dayanır ve bu kasette Ladin’in gülerken görünen görüntüleri, sanki Ladin’in ne kadar çok masum insan öldürdüğüne gülüyormuş gibi yansıtılır. Bu kaset sahtedir. En azından kasette orada burada görüntüleri görünen kişi Bin Ladin değildir. Kesin olan şu ki, Ladin bir bahanedir, bir paravandır.

Amerikan ordusu, kaseti “yerinde kullanmak üzere” Afganistan’da bulmuştur.

Kasetteki ifadelerin Pentagon tarafından İngilizce’ye tercümesi, bağımsız mütercimler tarafından yanıltıcı ve kusurlu görülerek, mütercimlerin anında sert tepki göstermelerine neden oldu. Buna karşılık olarak, Pentagon, tercümenin kusurlu olduğunu kabul etmekle beraber, “toplantıda konuşulan her şeyin kelimesi kelimesine tercümesi olmadığını, buna karşılık alınması gereken mesajları ve bilgi akışını ilettiğini” söylemiştir.

Bütün bunlar, işte Hükümet’in parmağının olduğunu göstermekle beraber, bunlar sadece devede kulak kalır. FBI, saldırılarda parmağı bulunan 19 Arap’ı birkaç gün içerisinde kamuoyuna tanıtmayı başarmış, her şey bununla kalmamış, saldırganların isimleri, yüzleri, hayat hikayeleri, anında egemen medyanın televizyonlarındaki ve gazetelerindeki yerlerini almıştır. İddia o ki, teröristlerin, olay yerinde, yüzlerce ton küllerin arasından pasaportları ve intihar notları bulunmuş, meğer tahrip edilemez nitelikte yapılmış, kara kutuları da dahil olmak üzere tüm uçakları, ve içindeki tüm yolcu ve mürettebatı yakıp kül eden o korkunç dalış, onların pasaportlarına ve intihar notlarına dokunmamış. Kanıt avcıları için diğer bir mucizevi talih kuşu, uçağı kaçıran teröristlerin elebaşısı olduğu iddia edilen Muhammed Atta’nın bagajını ne hikmetse Logan Havaalanında bırakması ve bagajın içinden suikastçı arkadaşlarına verilmek üzere talimatların çıkması olayıdır. Görünen o ki, Atta ve çetesi havaalanına giderken yolda uçuş manüellerini okuyarak dev Boeingleri son dakikada uçurmayı öğrenmişler, çünkü manüelleri ,bu manüeller Arabça tabi, nasıl olsa bir daha ihtiyacımız olmayacak diye kiraladıkları arabalarda bırakmışlar.

FBI’ın uçakları kaçırdığını iddia ettiği bazı insanların sağ salim ortaya çıkıp masum olduklarını savunmaları ne kadarda utanç vericidir! Daha utanç verici olanı, uçakların kalkış yaptığı iddia edilen havayollarının CNN’e verdiği yolcu listesinde tek bir Arap isminin bile bulunmayışıdır. Yolcu listelerindeki isimlerin hiçbirinin Arapların sahte isimleri olduğu iddia edilemiyor. Peki bu adamlar yolcu listesinde adları olmadan uçağa nasıl binebiliyorlar? Diyelim ki hepside sahte isim kullanıyorlardı, peki nasıl olurda bu sahte isimlerden yola çıkarak faillerin gerçek kimliklerine ulaşılabiliyor ve neden listedeki diğer isimler uçak kaçıranların sahte isimleri olarak tanımlanmıyor? Görünen o ki, 19 Arap, Arap olmayan sahte kimliklerle uçağa binebildiler, hem de %100 başarı oranıyla! Ve de neden bu adamların havaalanı güvenlik birimlerince kayda alınmış görüntüleri yok?

Uydurma hikaye, birkaç haftalık zaman dilimi içerisinde onarılamaz açıklar vermeye başlayınca, FBI, bu sefer, uçağı kaçıranların kim olduğu hakkında bir fikirleri olmadığı itirafına zorlandı. Bu itirafa rağmen, bu 19 isim ve yüzleri, sanki FBI bu itirafı hiç yapmamış gibi hiçbir değişikliğe uğratılmadan egemen medyanın karelerinde yerlerini çoktan almıştı bile. Maskaralardan oluşan “11 Eylül Komisyonu”, hala 11 Eylül öncesi “zamanında yapılmamış istihbarat uyarılarından” dem vurarak, bu 19 Arap’ı sanki gerçek faillermiş gibi ele aldı.

Ve ardından gelen açıklamalarda, FBI, uçağı kaçıranların kimler olduğunu bilmemeleriyle ilgili itirafı yok sayıp, bu 19 Arap’a ithaf edilen kimliklerin hepsinin kurgu olduğunu itiraf ettiklerini unutup, bu 19 Arap’ın 11 Eylül öncesinde tehditkar davranışlar içerisinde bulundukları gibi bir yığın komik iddia savurdu. Mesela, FBI aptalca bir iddiada bulunarak, bu masum Araplardan 9 tanesinin uçağa binmeden gerçektende üstlerinin arandığını çünkü şüpheli davranışlarda bulunduklarını söyledi. Eğer dedikleri gibi gerçektende üstleri arandığında sahte isimler kullanıyorlardıysa, o halde FBI’ın yolcu listesindeki bu 9 kişiden hangilerinin gerçektende sahte isimler kullandığını ve bu yolla uçağa binip uçağı kaçırdığını bilmesi gerekirdi. Eğer sahte kimlikler kullanmıyorlardıysa, bu kişilerin neden yolcu listesinde olmadıklarına ne diyeceğiz? Açıkça anlaşılıyor ki, bu 19 Arap hikayesi tamamen kurgu.

Bir uçak kaçırma olayının nasıl gerçekleştiğine dair ufak bir sorgulayıcı bakış açısı bile, hikayenin başarısız bir karikatür çizimi olduğunu anlamamıza yeter. Bir uçak kaçırma olayında, mürettebatın tek yapması gereken, Hava Trafik Kontrolünü harekete geçirebilmek için dört rakamlı “uçak kaçırıldı kodunu” girmesidir. Buraya birkaç farklı yerden girilebilir. Eğer 5 kişi kutu kesicilerle insanları tehdit etmek gibi ilkel metodlarla uçağı ele geçirmeye çalışıyorlarsa, bu kişilerin uçağın kontrolünü ele geçirmeleri mümkündür ama Hava Trafik Kontrolü’nün ilk olarak tehlike kodunu almadan böyle bir şeyin gerçekleşmesi neredeyse imkansızdır. Bizden, imkansız bir şeyin 4’te 4 başarıyla gerçekleştiğine inanmamız bekleniyor.

İddiaya göre, AA 11’den yapılan bir telefon görüşmesinde, mürettebatın kendisini kokpite kilitlediği ve uçağı kaçıranların, yolcuları tabancayla vurarak ve bıçaklayarak mürettabatın kokpiti açmasını sağlamaya çalıştıkları söyleniyor. Bu durumun 25 dakika boyunca devam ettiği söyleniyor. O halde neden AA 11’den hala tehlike kodu yok? Kaldı ki, yapıldığı iddia edilen sözkonusu telefon konuşması gösteriyor ki, uçağı kaçıranlar daha kokpite girmeden uçak zaten rotasından sapmıştı.

Ama tek kurgusal olan şey, uçağı kaçıran kişiler değildi, aynı zamanda uçak kaçırma olayının kendisi de bir kurguydu. Hepimiz büyük bir uçağın Dünya Ticaret Merkezi’ne televizyonda canlı olarak vurduğunu gördüğümüzü düşünürüz, bu yüzdende ortada kaçırılan uçaklar olmalı değil mi? Daha dikkatli bakıldığı zaman bunun özenle hazırlanmış bir ilüzyon olduğu görülecektir.

İlk olarak, AA77 uçağını ele alalım, yani Pentagon’a vurduğu sanılan uçak. Pentagon binası, dünyanın en sık biçimde monitörlendirilmiş ve en ciddi şekilde korunan binasıdır. Ama gelin görün ki, çarpma ile ilgili tek bir görüntü bile sunamıyorlar. Çünkü böyle bir şey hiçbir zaman olmadı. Pentagon’a bir şeyin çarptığı doğru ama bu bir Boeing 757 ya da bu ebatlarda bir şey değildi. Olay sonrası ile ilgili bir yığın fotoğraf var ama böyle devasa bir uçağın Pentagon’a vurduğunu destekleyecek uçağın enkazı ile ilgili bir tek kare bile yok. Bir 757’nin kanat açıklığı 125 fit, kuyruk yüksekliği 40 fit, ve uzunluğu 155 fittir. Pentagon’daki delik yaklaşık 16 fit genişliğinde, 12 fit yüksekliğindeydi ve bir Boeing’in vurduğunu düşünürsek, Pentagon’un birbiri içinde 5 ayrı binasından sadece biri yıkılmıştı ve yaklaşık 40 fit derinliğinde bir çukur açılmıştı. Hiçbir yerde bir Boeing’e ait olabilecek kalıntının izi yoktu. Ne kanatlar, ne kuyruk, ne de uçak gövdesi… Uçağın yere yatay biçimde sürünerek geldiğini düşünsek bile, kuyruk ve açılmış delik birbiriyle uyuşmuyordu. Dışarıdaki çimler hala düzgün, yeşil ve zarar görmemişti, bu bile bir Boeing’in oraya vurduğunun imkansızlığını gösteriyordu. Çünkü bu gizemli nesnenin giriş yaptığı yer yaklaşık 45 dereceydi, 125 fit’lik kanat açıklığına sahip bir uçak, 180 fit genişliğinde bir yıkıma yol açabilir. Görünen o ki, dev bir uçak kendisinden defalarca küçük bir delikten hiçbir tarafı yıkıp geçmeden ve kendisini parçalatmadan geçti ve sonrada tamamıyla gözden kayboldu!

Dahası, Amerikan Taşımacılık Dairesi’nden alınan resmi havacılık kayıtları, iddia edilen AA 77 no’lu uçuşun bulunmadığını söylüyor. Taşımacılık dairesi, iptal edilen uçaklar da dahil olmak üzere, herhangi bir Amerikan havaalanından kalkması şu ana kadar öngörülmüş tüm uçuşların detaylı bir kaydını bulundurur. 11 Eylül günü, AA 77 adında bir uçağın kayıtları Taşımacılık Dairesi’nde bulunmuyordu. İlk haberler, Pentagon’da meydana gelen olaya içi bomba yüklü bir kamyonun neden olduğu yolundaydı. Görgü tanıklarının verdikleri ifadeler karışık ve çelişkiliydi, ama bazıları bir füzeden ya da küçük bir avcı jetinden bahsediyordu.

Şimdi de saat 8.46’da Kuzey kulesini vurduğu iddia edilen AA 11 uçağını ele alalım. Bu dramatik bir biçimde sürekli olarak ekranlarda görünen ve dört uçağın hikayesinin hükümet eliyle kamuoyunun kafasına yerleştirilene kadar ekranlarda görünmeyen uçak. Bu nesne her ne ise, kesinlikle bir Boeing 767 yada bu türden büyük bir yolcu jeti değildi. Eğer filmi hızlı bir şekilde seyrederseniz, göreceğiniz sadece kısa süreli bir alev ve ardından hemen patlama… Bize bunun bir AA 11 olduğu söylendiği için, doğal eğilim, bu uçağın video görüntüsünde görünemeyecek derecede hızlı olduğu yolundadır. Ancak kare kare analiz edilmiş bir görüntüde, bunun bir uçaktan ziyade acayip görünüşlü bir nesne, uçan domuz gibi bir şey olduğu görülecektir.

Ortada, büyük bir jetin kuleye girdiğini ispat edecek bir tek görgü tanığı bile yok. İlk raporların tümü, bunun küçük bir uçak ya da füze olduğunu söylüyor, çünkü insanlar patlamaya bakıyorlardı ve hiçbir uçağın vurduğunu görmediler ama American Airlines çarpmada bir AA11’ni kaybettiğini söyleyince, bu şeyin bir büyük bir uçak olduğuna inanıldı.

Taşımacılık Dairesi veritabanı da, 11 Eylül günü AA11 uçağının kalkışı gibi bir şeyin sözkonusu olmadığını belirtti. AA11 uçağında olduğu iddia edilen ve medya tarafından yayımlanan yolcu listelerini dikkatlice incelediğimizde, AA11 uçağının kurgu olduğu görülecektir. Çünkü farklı medya birimlerinden verilen listelerde, açıklanması mümkün olmayan çelişkiler vardı.

Gelelim Güney kulesine çarpma olayına, hani şu televizyondan canlı olarak gösterilene. Kesinlikle bu gerçek bir Boeing 767’ ydi, çünkü hepimiz çarpmayı canlı canlı seyrettik, ve üstünkörü izlendiğinde, bu uçağın kesinlikle büyük bir jet olduğu görünüyor. Ancak kare kare bir video incelemesi bunun gerçek bir uçak olmadığını ortaya koyuyor. Bu uçak imkansız fiziksel özellikler ve hareketler gösteriyor. Bu büyük bir uçak için mümkün olmayacak şekilde kuleye giriyor ve sonra açtığı oyuktan girerek, çelik kaplamaları kağıt gibi yırtarak ve de hiçbir tarafını parçalatmadan binanın içinde imkansız bir şekilde kayboluyor. Delik, ancak uçak binanın yapısını bozmadan tamamiyle gözden kaybolduktan sonra iyice görülebiliyor. Bu uçak, alçaktan uçar bir haldeyken, ve bir kanadı diğerine oranla daha yüksekteyken, bir Boeing 767’nin ulaşabileceği maksimum hızı aşıyor.

Bu düzmecedir. Uçak görüntüsü tamamiyle bir sinema yapımıdır.

Güney kulesine büyük bir uçağın vurmasıyla ilgili görgü tanığı ifadeleri, Kuzey kulesi ve Pentagon olaylarında olduğu gibi şüphe çekicidir. Birilerinin füze atışları yaptığına dair bir belgenin polisin elinde nüshaları vardır.

FAA (Federal Havacılık Dairesi)’dan edinilen havacılık kayıtları UA 175’in uçuş yapmak üzere mevcut bulunmasına rağmen, AA 77 yada AA 11’den farklı olarak, -sözümona bu uçak da 11 Eylül kurbanı uçaklardan biriydi- bu uçağın hala kayıtlı ve işlevsel olduğu görüldü. Bir başka deyişle, bu uçak hiçbir yere çarpmadı ve parçalanmadı. Dolayısıyla, bu uçağın nereye gittiğini bilmiyoruz, kesin olarak bildiğimiz bir şey var: bu uçak dünya ticaret merkezine çarpmadı.
Ve son olarak, Pennslvanya’da yere çakıldığı söylenen UA 93 uçağı… UA 175 gibi, bu da sahici bir uçuş, ama N591UA da hala işlevsel bir uçak olarak kayıtlı.

Federal Havacılık Dairesi kayıtları, AA11 ve 77’nin atfedildiği N334AA ve N644AA’yı parçalanmış gösteriyor. Ama ne zaman? 14 Ocak 2002’de. Anlaşılan o ki, bu uçaklar zaten miadlarını doldurmuş uçaklardı ve başka bir yere parçalanmak üzere götürülmüşlerdi çünkü artık ortalıklarda görünmemeleri gerekiyordu.

Şimdi de Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin çökmesi meselesine gelelim. Resmi açıklamalarda yer alan, kulelerin yangından ve/ya da çarpma anında ki hasardan çöktüğü hikayesi fiziksel bir imkansızlık arzetmektedir. Olayın video görüntüleri de açıkça gösteriyor ki, kuleler çökmedi- orta yerden infilak ettiler. Hükümetin resmi belgelerde açıkladığının tersine, bu çelik dış kaplamalı binaların “pancaking” biçiminde açıklanan çökme türüyle çökemeyeceğini gösteren pek çok bilimsel çalışmalar mevcuttur.

İlk olarak, kulelerdeki bütün betonun un ufak olduğu görüldü. Bu durumu gerçekleştirmek için ihtiyaç duyulan enerji miktarı niceldir, aynı zamanda bir yerçekimsel çökme durumunda bulunan potensiyel enerji miktarı da. Tek başına bir uçak çarpması ve ardından gelen çökme, binalardaki betonun toz haline gelmesi için yeterli değildir. Oysaki, İkiz Kulelerin beton yapısı un ufak olmuştu. Bu da bilimsel olarak şu anlama gelir; ancak patlayıcılar gibi ekstra bir enerji girdisi enerji eşitliğini dengeleyebilir.

İkinci olarak, basit bir yerçekimi kanunu, bir uçak çarpmasından sonraki çökmenin imkansızlığını bize bildirir. Ekranlarda da gördüğümüz gibi, sözde uçakların vurduğu yerin üstte kalan katları çökme anında altındaki katların içine giriyor görüntüsü vererek çöktü. Hava basıncını saymazsak, serbest şekilde bir cisim ağırlık fark etmeksizin 9.81 m/s kare’de düşer. Dünya Ticaret Merkezi’nin tepesinden bir cisim attığımızı düşünürsek, bu cismin yere (hava basıncından dolayı biraz daha uzun sürebilir) 9.2 saniyede düşmesi gerekir. Kuleler, görünen o ki, yukarı katların aşağı katları sıkıştırması şeklinde çöktü, buda şu anlama gelir, 110 katın çöküşündeki her an, yere düşmekte olan beton yığınlarının direnci ve hızı, aşağıda sağlam halde bulunan ve sayıca çökmekte olan katlardan çok daha fazla bulunan katlar tarafından kesilir. Ama gelin görün ki kuleler 11 saniyede çöktü, yani bal gibi bir serbest düşüş. Bir “Pancake” çöküşünün mümkün olabilmesi için minimum tam süreyi hesaplamada çok fazla değişken olmasına rağmen, bunun 20 saniyeden az olmaması gerekir. Yerçekimi yasasına göre 11 saniyede bir “pancake çöküşü” fiziksel bir imkansızlıktır.

Bu durumda bize, bütün yapının, aniden ve eşzamanlı olarak serbest düşme şeklinde çökecek şekilde düzenlendiğini kanıtlar. Bu şekilde bir çökme, ancak bina yıkımlarında kullanılan güçlü patlayıcıların aynı merkezden devreye sokulmasıyla açıklanabilir. Aynı zamanda olay anında içeriden bombaların patladığını duyduklarını söyleyen itfaiyecilerin görgü tanıklıkları vardır.

Egemen medya, odak noktayı, İkiz Kulelerin ve Pentagon’un vurulması yaparak, kendisine hiçbir şeyin çarpmamasına rağmen, durduk yere oracıkta diğer iki kulenin aynısı bir çökme şekliyle, (kontrollü yıkım) çöken 47 katlı Kule 7’yi dikkatlerden kaçırmak istemektedir. Dünya tarihi, 11 Eylül’den önce hiçbir binanın (ve de bu binalar dış çelik kaplamalı) salt yanma yoluyla tamamiyle çöktüğünü kaydetmemiştir. Bizden, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir fiziksel imkansızlığın, aynı gün içinde 3 defa birden yaşandığına inanmamız bekleniyor. Kulelerin çelik enkazı, kalıntılar üzerine herhangi bir soruşturmaya meydan bırakmadan alelacele geri dönüşüme tabi tutulmak üzere ortadan kaldırılmıştır.

14 Eylül günü Pentagon adına çalışan bir yıkım uzmanı, Profesör Van Romero, videodan kulelerin yıkım görüntülerini izlediğinde bunun ancak kontrollü ve bilinçli bir yıkım olabileceğini söylemiş, Profesör daha sonradan anlaşılamaz bir şekilde sözlerinden çark etmiş, bunun nedenini açıklayamayacağını söylemiş, daha farklı alternatif bir sunum yapamamış, gelen baskılar üzerine de sadece bu konu hakkında daha fazla konuşmak istemediğini söylemiştir.

Medya kuruluşlarından gelen ilk açıklamalar, gökdelenlerin çelik yapısını jetlerin yakıtının erittiği yönündeydi. Maalesef, temelinde gazyağı olan jet yakıtı, yaklaşık 450 derecede yanar, ve de çelik yaklaşık 1550 derecede erir.

Uçakların taşıdığı maksimum yakıt miktarının açığa çıkarılabileceği maksimum ısı miktarı hesaplamaları gösteriyor ki tüm yakıt olduğu gibi bir kata doluşsa bile, bu ısıya 280 dereceden fazla bir katkı sağlamış olamaz. Dünya Ticaret Merkezi’nin her bir katı 4.000 metrekareydi. Çarpan uçakların taşıyabilecekleri toplamda maksimum yakıt miktarı yaklaşık 8.000 galondu. Dolayısıyla tüm yakıtın tek bir katta yandığını iddia etmiş olsak bile, bu metrekare başına yaklaşık 2 galona karşılık gelir. Kaldı ki, sözümona uçakların kulelere gelene kadar zaten yakıtının bir bölümünü yolda tükettiğini ve de önemli bir kısmının vurma anında ateş topu olarak yandığını ve havaya karıştığını düşünürsek, uçakların yakıtlarının ne kadarını binalara sokabildiğini ve içeri girebilen bu yakıtın nasıl olupta binlerce ton ağırlığındaki çelik kaplamaları eritip, dev gökdelenlerin yıkımına yol açabildiğini sizlerin hayal gücüne bırakıyoruz. Zaten olay gününde itfaiye erlerininin kayıtlı konuşmaları, bize sözkonusu yangının “birkaç hortum suyla” temizlenebilecek “küçük çaplı yangınlar” olduğunu bildirir. Ve ekranlardan da görüldüğü gibi sözkonusu gökdelen yıkan yangınlar (!) oksijenden yoksun bir şekilde alevlerini zaten kaybetmiş, sadece havaya siyah dumanlar salmaktaydılar.

Şayet bu mitolojik yangın doğru olsa bile, o zaman diğer gökdelenlerin de zaman zaman, hatta daha şiddetli alevlere teslim olduğunu, 20 saatten daha fazla kontrol edilemediğini, ama şu ana kadar bunlardan hiçbirinin yıkılmadığını görebiliriz.

Peki neden Dünya Ticaret Merkezi’ni yıkmak istesinlerdi? Çünkü yıllardır zarar ediyordu. Bu merkez, dünyadaki gayri menkuller arasında en değerli parçalardı ama binaların kendileri tam anlamıyla felaketti. Amyant sorunları altında kiralanmış ve bu problemlerle boğuşmaktaydı. Sahibi olduğu New York Port Authority defalarca bu merkezin finansal bir saatli bombanın üzerinde olduğuna dair uyarılar alıyordu. Ve pek tabii bu merkez, New York semalarına gidecek tüm bu amyant tozu nedeniyle yıkılamazdı, en azından buna göz yumulmazdı. New York Port Authority yıllardır bu binaları satmak için uğraş veriyorlardı, ama bu fikre kimse ilgi duymuyordu. 2001 başlarında sigorta kuruluşlarıyla mahkemelik oldular. Amaçları, sigorta şirketine amyant yenilenmesi için gerekli parayı fatura etmekti. Dava düştü. Bu, binaları daha fazla satılamaz konuma düşürmüştü. Ancak bunun hemen akabinde, Westfield America kıyısında yaşayan, Manhattan gayri menkul geliştiricisi olan Larry Silverstein, burası için 3.2 milyar Amerikan Dolar’ı değerinde bir konsorsiyumla 99 yıllık bir kiralama için girişimde bulundu. Westfield Australia alışveriş plazasının kontrolü için direk olarak 840 Avustralya Dolar’ı önerdi. Silverstein olası bir terörist saldırı için 3.5 milyar Amerikan Doları karşılığında kendisini sigorta altına aldı. Ayrıca Westfield de kendisini terörizme ve kira gelirindeki kayba karşı sigortaladı.

Tüm bunların üzerinden çok geçmemişti ki, durduk yere çöken ‘Kule 7’ ile birlikte, Dünya Ticaret Merkezi bir terörist saldırıya (!) kurban gitti ve böylelikle amyant sorunu çözümlenmiş oldu. Böylelikle, Silverstein, dünyada başka bir yerde sahip olamayacağı temiz bir bina arazisine sahip olurken, Westfield kira gelirinin sahibi oluyordu. Elbette Manhattan’ın havasına karışan amyant için kimse kimseyi dava da edemiyordu. Silverstein’in sigorta şirketi 3.5 milyar Dolar’lık ödemeyi kabul etti ama Silverstein ortada iki terörist saldırı bulunduğunu iddia ederek 7 milyar Dolar talep ediyordu. Mahkemeleri hala sürüyor.

Olayın ardından gelen ilk medya verileri, iki kurgusal AA uçuşunu, Dünya Ticaret Merkezi’ni vuran uçaklar olarak gösteriyordu. Ancak saatler sonra, sadece AA 77’nin ‘Pentagon uçağı’ olduğuna karar verildi. UA 175 eylemlere karıştığı “teyit edilen” son uçak oldu. Saat 9.17’de Federal Havacılık Dairesi tüm uçakları rota değişikliğine zorladı. İlk raporlar, hangi kaçırılmış uçağın nereye gittiği konusunda korkunç çelişkiler ortaya koyuyordu. Kurgusal AA77 uçağı özellikle en baş ağrıtıcı olanıydı. Bir raporda Dünya Ticaret Merkezi’ni vurduğu söylenirken, diğerinde Güney Kulesi’ne uçak çarpmasından yarım saat öncesine kadar henüz havalanmamış olduğu yazıyordu, bir bakıyorsunuz bir raporda saat 9.33’de havalanmış oluyor, Ohio’ya kadar 700 mil yol almış oluyor, beş dakika içerisinde tekrar geri dönüyor, oradan Pentagon’u vuruyor, sonra tekrar havaalanına geri dönüyordu. Bir rapor ise bomba ihbarından dolayı, UA 93 uçuşunu Cleveland’a mecburi iniş yapmak zorunda bırakıyordu.

Sonuç itibariyle, tüm bunları, failler kendi kafalarından uyduruyorlardı ve ancak saatler sonra, hangi uçağın ne zaman nerede bulunduğuna yönelik son kurgu şekil alıyordu.

Tüm bunlar, 11 Eylül günü gerçekte ne olduğunu açıkça gösteriyor. O gün, hava gücünün rutin olarak yaptığı işleri yapmasına engel olacak bir emir çıkmıştı çünkü öyle görünüyor ki, havada kaçırılmış uçak arayan jetler kuşlardan başka bir şey göremeyeceklerdi. Çünkü ortada kaçırılmış uçak falan yoktu.

İki hasar verici nesne (büyük bir ihtimalle bunlar ya füzeydi ya da insansız uçaklar) Dünya Ticaret Merkezine yollanmıştı. Bu kamikazelerin, iki kurgusal AA uçağı tarafından gerçekleştirildiği söylendi. Bu esnada UA 93 ve 175 normal bir şekilde yollarına devam ediyorlardı. Sonrasında Federal Havacılık Dairesi, iki UA uçağı da dahil, uçuşları başka güzergahlara çekti. Taşımacılık Dairesi veritabanı, kamuoyuna güzergahı değiştirilen uçakları söylüyor ama hangi güzergaha doğru değiştirildiğini söylemiyor. Bu yüzden iki UA uçağının nereye iniş yaptığına dair kimsenin elinde resmi kayıtlar yok, bununla beraber UA 93’ün Cleveland’a iniş yaptığına dair güçlü kanıtlar var. Daha sonrasında, resmi örtbas masalı son şeklini aldı: AA 77 uçağı pentagon uçağı, UA 175 ise Güney Kulesi uçağı olacaktı.

Böylelikle kaçırıldığı iddia edilen dört uçaktan, ikisi hiç var olmadı, diğer ikisi de güvenli iniş yapabilecekleri yerlere gönderildiler.

Büyük bir ihtimalle, Pennyslvania çarpması bir tür insansız uçaktı; çünkü yakınlarının bu uçakta olduğunu iddia edip, cesetlerin defin edilmesi için kendilerine iade edilmesini talep eden tek bir kişi bile çıkmadı ve bu sahte uçak kasten düşürüldü. Zaten uçak havada seyir halindeyken vurularak düşürüldü. Uçak enkazının 10 kilometrelik bir alana dağılmış olmasını başka nasıl açıklayabiliriz ki?

Irak savaşının planları, 11 Eylül sonrasında alınmış savaş planları değildir. Amerika, zaten Afganistan ve Orta Doğu hakimiyeti ve bilhassa İsrail’in güvenliği için “dünya hakimiyeti” projesini kafasına koymuştu. Bunun için kendisine bir bahane lazımdı ve bu bahane sözde 11 Eylül saldırıları olacaktı.

Peki neden dünya hakimiyeti? Buna gerekçe olarak Avro’nun dünya döviz piyasasında Dolar’a olan ezici üstünlüğü, Amerikan yönetiminin iştahını kabartan geniş petrol rezervleri, stratejik olarak hayati öneme sahip bir bölge üzerinde Amerikan/İsrail askeri/siyasi hegomonyasını tesis etmek arzusunu verebiliriz.

Amerikan yönetimi, 11 Eylül saldırılarından hemen sonra Afganistan’ı işgal etmekle tehdit etti. Zaten bir hedef göstermeleri bekleniyordu çünkü ülkeleri korkunç bir terörist saldırıya uğramış, sorgulamadan uzak halk kitleleri, histerik ve duygusal bir şekilde Amerikan yönetiminin “tamam” dediği hiçbir şeye “hayır” diyemezdi. Kimse, 11 Eylül saldırılarındaki kurgusal aksaklıkları falan düşünecek durumda değildi. Bush ve ekibi, bir anda arkasında devasa bir halk desteğini alarak Afganistan’a savaş ilan etti. Sözde 11 Eylül saldırılarında bir tek Afgan vatandaşının bile ismi geçmiyordu. Ama hedefteki adam Usame Bin Ladin Afganistanda’ydı. İstihbaratında son teknoloji istihbarat araçlarını kullanan ve hasımlarını uydudan takip edip onları elleriyle koymuş gibi yakalayan Amerika, her ne hikmetse, Suudi terörist Usame Bin Ladin’i yakalamaktan acizdi. Ve kamuoyunda “bir Usame Bin Ladin mitosu” oluşturulmuştu bile. Şu an Amerikan hükümetince Afganistan- Pakistan sınırında bir dağlık bölgede (mağarada yani) yaşadığına inanılan Usame, bir böbreği iflas etmiş bir halde, yoğun sağlık problemleriyle uğraşırken bile, her defasında, son teknoloji istihbarat araçlarını kullanan bir ülkeyi atlatmayı başarabiliyor (!). Ve hala bulunduğu yerden (mağaradan), cep telefonunuza şarj bulamayacağınız bir yerden, Avrupa’da terörist eylemlerin talimatını veriyor. Peki kim yapıyor bu eylemleri? “Üyelerini CIA ve MOSSAD’ın oluşturduğu El-Kaide adında tamamiyle kurgusal bir örgüt.” Öyle bir örgüt ki, dünyanın her tarafında güvenlik güçlerine yakalanmadan eylemler yapabilen, tüm dünyada para akışını hiçbir aksaklık yaşamadan idare edebilen, kendi içinde hiçbir itirafçı ve hainin çıkmadığı, ve en önemlisi de eylemlerini hep intihar bombacıları yoluyla yaptıran bir örgüt. Neden intihar bombacıları? Çünkü ölüler konuşamaz. İntihar bombacısı olduğu iddia edilen masum kişi, “benim El-Kaide’yle falan bir bağlantım yok, bana kamyonetin arkasında verilen adrese götürülmek üzere bir mal bırakıldı ne olduğunu anlamadan, birileri uzaktan kumandayla kamyoneti ya da beni havaya uçurdu diyemezde ondan. İnsanda doğal bir hayatta kalma arzusu vardır. En temel insani karakter, yaşama güdüsüdür. Kendisini asarak intihar edenlerin bile sehpayı çektikten sonra hayatta kalmak için çırpındıklarını görürsünüz. Bu insanın doğasında yerleşik bir güdüdür.

İntihar bombacıları olgusu aslında İslam için çok yeni bir olgudur. Ne Hz. Muhammed döneminde, ne de izleyen yüzyıllarda bununla ilgili bir tek örnek yoktur. Yüzyıllardır örneği görülmemiş bir pratiğin son 10- 20 yılda revaçta olması ve kaynağını da ne bir ayete ne de bir hadise dayandıramıyor olması ilgi çekicidir. Görünen o ki “intihar bombacıları mitosu” da tamamıyla kurgudur.” Yaşanmış birkaç münferit intihar bombası eylemi, yukarıdaki savın sıhhatine zarar vermez.

Aslında sadece 11 Eylül olayları değil, Madrid’deki kanlı tren bombalaması, Londra’da ki metro saldırıları, Endonezya’daki sözde intihar eylemleri, Lübnan’daki otel bombalanması, Nick Berg’in kafasının kesilmesi olayı, Refik Hariri suikastı ve daha medyaya yansımamış pek çok olayın arkasında CIA ve MOSSAD, yani başka bir deyişle, Amerika-İsrail parmağı vardır. Bunları bizzat kendileri planlayıp yürürlüğe koyarlar ve ardından da Amerikan hükümet yetkilileri, sözkonusu “barbarlığın” El-Kaide terör örgütü tarafından üstlendiği yalanını tüm yayın organlarına bildirirler. Bu safdil yayın organlarıda, sanki bu istihbarat gerçekmiş gibi, herhangi bir soruşturma zahmetine girmeden dinleyicilerine ve okuyucularına bildirirler. Şimdi aklınıza şöyle bir soru gelebilir. O halde El-Kaide neden ortaya çıkıp kendilerinin bir bağlantısı olmadığını iddia edebilir. Bunu yapamazlar, çünkü Amerika tarafından bilinçli olarak canavarlaştırılmış ve de yayın organlarınca sürekli olarak dillendirilmiş, üzerinde bu denli istihbarat ve çelışmanın yapıldığı bu kurgusal örgüt hiç var olmadığı halde kendisini nasıl aklayabilir? Sözün kısası, ABD’nin yarattığının dışında El-Kaide diye bir örgüt yoktur.

Burada özellikle dikkat çekmek istediğim 11 Eylül sözde terörist saldırıları olduğu için, bahsedilmesi gereken çok önemli noktaları değinmemek zorunda kalacağım aksi takdirde zaten fazlasıyla uzun olan bu makale daha fazla uzayacak ve asıl konumuz olan 11 Eylül terörist saldırılar konusunun dışında daha etraflıca anlatılması gereken konular doğacak ve makale olarak niyetlenilmiş bu yazı bir kitap olacak kadar büyük olacak.

Peki talimatları kimden alıyor bu teröristler? Mağarada yaşayan artık kendisine bile faydası kalmamış bir adamdan. Genel Kurmay Başkanı Myers’ın da sonradan ifade edeceği gibi, (Our real objective has never been Osama), yani “bizim asıl amacımız hiçbir zaman Usame Bin Ladin olmadı.) Peki amaç neydi o zaman? Amerika, denizaşırı bir ülkeydi. Ortadoğunun ve Asya’nın ağız sulandıran kaynaklarına çok uzak düşüyordu. Rusya, Kızıl Ordu’nun dağılmasından uzun yıllar sonra dünya arenasında kendini toplamış ve artık rekabete hazır bir görüntü veriyordu. Çin devasa nüfusu ve hızla gelişmekte olan ekonomisiyle tabiri caizse Amerika’ya “posta koyuyordu.” Amerika hızla kan kaybediyordu ve halk bu durumdan hiç memnun değildi. Kriz kapıdaydı. Gidişat böyle giderse Amerikan hükümeti hasır altı yaptığı tozu toprağı artık gizleyemeyecek, temiz sanılan odanın görünmeyen yerlerinden kötü kokular gelecekti. Derhal bir çözüm bulunmalıydı. Çözüm ise 3.000 vatandaşını öldürme pahasına bile olsa kuleleri devirmekti. (Bu arada yıkılan kulelerde olması gereken yüzlerce Yahudi o gün işe gitmemişlerdi ve marjinal, onurlu ve adil bir medya kurumu, 11 Eylül günü kuleler devrilirken sevinen, tezahürat yapan, birbirlerine sarılan bir grup Yahudi’yi filme çekecekti.)

Elbette Amerikan hükümetinin şahinleri bu komployu tek başına yapamazlardı. Burada çok önemli bir hususa değinmek istiyorum. Amerika’dan yayın yapan ve her fırsatta tarafsız yayından dem vuran CNN International yayın kuruluşu, 11 Eylül günü yaşananların doğal bir terörist eylem olduğunu insanlara aşılayabilmek için var gücüyle çalıştı. Amerikan hükümetinin bizzat kendisinin hazırladığı “Hollywood yapımı” uçak çarpma görüntülerini, insanları bıktırıncaya kadar yayınladı. Amerikan hükümetinin kurguda açık verdiği saat dilimlerini CNN logosuyla, normal, rutin yerinden farklı olarak saklamaya çalıştı. Aslında herkesin ipucu aradığı görüntülerde, hiçte gerekmediği halde ısrarla logoyu kilit noktaların üzerine koydu. Yine aynı şekilde Amerikan hükümeti, suçluları hiçbir delile bağlı kalmadan (tek delil olarak sundukları şey, faillerin 11 Eylül öncesinde tehditkar davranışlar içerisinde olduklarıydı) açıklayınca, sözde faillerin yüzlerini ve hayat hikayelerini sanki gerçek faillermiş gibi yayınlayan da CNN olacaktı. Yine aynı CNN, yukarıda inkar edilemez ve çürütülemez bir şekilde sunduğum çelişkilere hiç değinmeyecek, mesela, neden kulelerin enkazına hiçbir adli inceleme ve soruşturma yapılmadan alelacele ortadan kaldırıldığına, Arap teröristlerin isimlerinin nasıl yolcu listelerinde bulunmadan uçağa binebileceklerine, Pentagon’a vurduğu iddia edilen dev Boeing’in ebatlarıyla Pentagon’daki ufak deliğin birbiriyle uyuşmadığına, dışarıdaki çimlerin halen yemyeşil ve zarar vermeden durabildiğine hiç yer vermeyecekti. CNN, en az Amerikan hükümeti kadar suçludur.

Şimdi tekrardan başa alalım.
– 11 Eylül saldırıları gerçek bir terörist saldırı olmuş olsa bile (ki bunun imkansızlığını her yönüyle ortaya koydum), Amerikan savunma sisteminin “kasti” hareketsizliği olmasaydı bu saldırılar olmayacaktı.

– Başkan ve askeri yetkililer bu görev ihmali yüzünden soruşturulmaları gerekirken, Bush’a bir dönem daha Başkanlık hediye edilmiş, ihmali bulunan askeri yetkililer terfi ettirilmişlerdir.

– FBI’dan Robert Mueller, böyle bir saldırının olabileceğine dair en ufak fikirlerinin bulunmadığını ısrarla dillendirmiştir, oysa ki, FBI yaklaşık on yıldır “tam olarak” bu tür bir saldırının ihtimali üzerinde durmaktaydı. Kaldı ki, Mueller, böyle bir saldırıya dair fikirlerinin olmadığını söylerken, öte yandan, nasıl oluyorda, kamuoyuna tamamı Müslüman olan teröristlerin isimlerini saldırıdan sadece birkaç gün sonra bizzat kendisi açıklayabiliyor?

– Pennsylvania uçağı havada vurulmuş ve havadan yere parçalanmış şekilde düşmüştür. Görgü tanıklarının, gökyüzünden enkaz düştüğüne dair kamuoyuna bilinçli bir şekilde yansıtılmayan ifadeleri var. Eğer uçak havada vurulmamışsa, enkazın 10 kilometre genişliğinde bir bölgeye dağılmasını neyle açıklayacağız?

– Kaçırılan uçakta yapıldığı iddia edilen duygusal telefon konuşmaları, uçak bu denli yüksekten uçarken yapılamaz. Profesor Dewdney’in de araştırmasında ortaya koyduğu gibi, kaçırılmış uçaktaki insanlarla diğerleri arasında yapıldığı iddia edilen duygusal telefon konuşmaları, o an var olan koşullar altında mümkün değildir. Bu telefon konuşmaları kurgudur, amaç ise yakınlarını kaybetmiş kişilerin o an ki hassas duygularını suistimal etmektir.

– Dünya Ticaret Merkezi’nin yukarı katlarında bulunan itfaiyecilerin telsiz haberleşmeleri de açıkça gösteriyor ki, alevler kontrol altına alınmıştı ve gökdelenlerin çökmesi gibi bir şey sözkonusu değildi.

– Kendisine hiçbir uçağın çarpmadığını Amerikan Hükümet yetkililerinin bile bildiği ve itiraf ettiği ve buna rağmen patlayıcılarla kontrollü yıkım metoduyla çökertilen Kule 7’nin, kendisine bir şey çarpmadan ve yanmadan nasıl çöktüğünü neden açıklayamıyorlar.

Yazan: Mehmet Polat